Taşın Başı, köyün kıyısında iri iri taşların dizili olduğu yerin adıydı. Rahmetli Yetim Mehmet’in harmanının tam kenarındaydı. Yetim Mehmet ta gençlik zamanında akrabalarının ve komşularının da yardımıyla şimdi çoğu yılların etkisiyle aşınıp taşınmış, üzerinde yosunlar bitmiş olan bu iri taşları dağlardan söküp kağnıya yükleyerek getirmiş, yan yana dizmişti. Çünkü harmanın ötesinde alçala alçala ta Kızılırmak kıyılarına kadar inen dik bir bayır vardı. Yetim Mehmet o taşları oraya dizmese harmanın toprağı yağmurla, fırtınayla bayır aşağı akıp gidiyordu. İşte o taşlardan dolayı o yerin adı, “Taşın Başı” olarak kalmıştı.
Taşın Başı’nın hemen yanında köy yolu vardı. Yol yer yer üzeri yeşil otlarla kaplı, yer yer toprağı sıyrılıp gittiği için çıplak kireç taşlarının ortaya çıktığı bayırın ortasında kahverengi bir çizgi gibi uzanıp aşağıda söğüt ve kavak ağaçlarıyla çevrili bahçe ve bostanların arasından geçtikten sonra Kızılırmak’a ulaşıyor, daha sonra yine söğüt ve kavak ağaçlarıyla çevrili Kanlıçayır Çiftliği’nin bahçe ve bostanlarının arasında kayboluyordu. Bu bahçe ve bostanların bittiği yerde yine ortaya çıkıyor, kasabaya ait ekili olduğu zamanlarda çeşitli tonlarda yeşil, ya da sarı, nadasa bırakıldığı zamanlara ise kahverengi, birbirine dikilerek eklenmiş küçük küçük sayısız mendiller şeklindeki tarlaların arasında gittikçe daralan, dikkatle bakılmayınca görünmez olan kahverengi bir çizgi şeklinde uzanıp gidiyordu. Bu yol çok ilerde, çıplak tepelerin eteğinde yer alan kasabaya ulaşıyordu.
Yani Taşın Başı, kasabadan gelenlerin köye ulaştıkları, gidenlerin de veda ettikleri yerdeydi. Yakınları bir yere gidenler orada ayrılır, birilerini bekleyenler orada gözlerini yola dikerek bekler, bekledikleri kişiler gelince de orada kavuşup “Hoş geldin” derlerdi. Bu nedenle Taşın Başı köylüler için çok önemli bir yer idi.
Ama sonraları köylüler birer birer çekilip kasabaya, il merkezine, İstanbul’a, hatta Almanya, Hollanda gibi Avrupa ülkelerine gittiler. Kısa bir zaman içinde köyde kimse kalmadı. Bir Tembel Mehmet; o da herhalde tembelliğinden, bir de Muhittin; fazla tarlası, bahçesi, bostanı, traktörü, sığırı sıpası olduğu için bir tarafa gitmemiş, köyün başını bekliyorlardı. Onlar da ekini, bostanı kaldırdıktan sonra güzün çocuklarını okutmak için bir ev tutarak kasabaya taşınırlar, köydeki evlerinde hayvanlara bakmak için bir-iki kişi bırakırlardı.
Köy tam bir harabe şeklindeydi. Tembel Mehmet ile Muhittin’in evlerinden başka birkaç sağlam ev kalmış, diğerleri yıkılıp gitmişti. Çoğu evlerde taş taş üstünde kalmamıştı. Tam bir savaş yerine dönmüştü. Bir ekmek savaşı köyü yerle bir etmişti. Köylüler, zamanla çocuklar arasında bölüne bölüne birer küçük mendil kadar kalan tarlaları kendilerini artık besleyemediği için çekip gitmişlerdi.
Fatma Ana işte o Taşın Başı’nda oturmuş, dalgın dalgın kasaba yoluna bakıyordu. Köye gelecek birilerini mi bekliyordu? Hayır, hiçbir beklediği yoktu. Aşağıda söğüt ve kavakların arasında bir görünüp bir kaybolarak yılan gibi kıvrıla kıvrıla akıp giden Kızılırmak’ın çağıltısını dinliyor, eski günlerini düşünüyordu. Çocukluğu bu köyde geçmiş, bu köyde evlenmiş, çocukları olmuştu. Kocası ölünceye dek tam dört çocuk doğurmuş, onların üçü ölmüştü. Bir oğlu kalmıştı yalnızca. Oğlunu asker etmiş, evlendirmişti. Oğlu diğer bir kısım köylüler gibi İstanbul’a gitmiş, bir iş bulup karısını ve çocuklarını, sonra da kendisini yanına götürmüştü. Lakin Fatma Ana bir türlü İstanbul’a alışamamıştı. Bir kere havası kirliydi. Suyu da hem kıt, hem de iyi değildi. Sağa sola gitseler, bir adımlık yer için dünyanın parasını ödüyorlardı. Gittikleri yerde yiyip içmeleri ayrı para, onları çıkarmaları, yani affedersiniz tuvaletleri ayrı paraydı. Üstelik İstanbul’da insanlar tuhaf bir hayat sürüyorlardı. Gerçi kendisi alışamamıştı ama gelini ve torunları hemen alışmış, tam anlamıyla “kabak çiçeği gibi” açılmışlardı. Gelini, ki Molla Mahmut’un kızıydı, köydeki kara çarşaftan çıkmış, yalnızca bir baş örtüsüyle kalmıştı. Zaman zaman kısa kollu bluzlar giyiyor, bluzun açık yakasından gerdanı görünüyordu. Ya torunları?… Üç kız torunu vardı, üçü de daracık pantolon giyip boyanıp süslenerek geziyorlardı. Tam anlamıyla “tanko” olmuşlardı. Hele bir de İstanbullular gibi konuşmaya çalışmaları yok mu? … Onlar konuşurken çılgına dönüyordu Fatma Ana.
Birkaç kez gelinine ve torunlarına açılıp saçılmamalarını, bunun ayıp, hatta günah olduğunu söylemişti ama dinleyen kim? O öyle dedikçe ötekiler daha fazla açılmaya başlamışlardı. Hatta onu tersliyorlardı şimdi. “Sen karışma… Kocakarı… Kes dırdırı…” diyorlardı. Karşısına geçip onu daha fazla sinirlendirmek için hoşlanmadığı hareketleri yapıyorlardı. Bu hareketlerin başında çiklet çiğnemeleri, yüzüne karşı şişirip şişirip patlatmaları geliyordu. Oğluysa bu olanı biteni gördüğü hâlde görmezden geliyor, onların bu hareketlerine aldırmıyor, hatta neredeyse onlara katılıyordu.
Bu duruma bir sabreden, iki sabreden Fatma Ana, üçüncüsünde dayanamayıp oğluna çıkıştı:
“Karının, kızlarının durumunu görmüyor musun, oğlum?”
İlgisiz gibiydi oğlu:
“Hangi durumunu, anacağım?…”
“Açılıp saçılmaları, konuşmaları, hâl ve hareketleri…”
Saygıda kusur etmiyordu oğlu:
“Aldırma onlara… Burası İstanbul, herkes bu şekilde yaşıyor…”
Fatma Ana daha sonra gelininin tek başına çarşıya pazara, alışverişe de gitmeye başladığını görünce çileden çıktı:
“Tek başına sokak sokak geziyor… “dedi.
Yine aldırmıyordu oğlu:
“Herkesin karısı yapıyor bunu.” diye karşılık verdi.
Torunlarının, hatta gelinini gizli gizli “erkekler gibi” sigara içtiğini görünce dayanamadı artık. O güne dek hiç bağırmamıştı ama bağırdı oğluna:
“Karınla kızlarına bir çekidüzen vermezsen analık hakkımı helâl etmem, oğlum…”
Oğlu yine alttan alıyordu:
“Bunu o kadar büyütme, anacığım…”
Evde rahatı huzuru kalmamıştı Fatma Ananın. Gelini ve torunları artık onunla konuşmuyorlardı. Aslında bu küslüğü Fatma Ana başlatmıştı. “Su getirin” dese getirmiyorlar, yemeğe sofraya çağırmıyorlardı. Kendisi acıktıkça mutfakta bulduklarını yiyor, susuz kalınca gidip içiyordu. Bu şekilde bir süre daha sabrettikten sonra bıçak kemiğe dayandı. Çünkü gelinini mahallenin kadınlarıyla kâğıt oyunu oynarken görmüştü. Artık sabredecek hâli kalmamıştı. Gelini, koskoca Molla Mahmut’un kızı, “Papaz oyunu” oynuyordu. O gece oğlunu son kez uyardı:
“Ya karınla kızlarını yola getirirsin, yoksa ben giderim…”
Oğlunun buna dayanamayıp kendisinden yana olacağını sanmıştı. Bundan emindi de. Onu doğurmuş, saçını süpürge etmiş, babasızlığını belli etmeden büyütmüş, asker etmiş ve evermişti çünkü. Bunca hakkı vardı onun üzerinde. Ama oğlu aynı umursamazlık içindeydi:
“İşten çıkınca kahveye gidip arkadaşlarla birlikte ben de kâğıt oynuyorum, ne olmuş yani? deyiverdi.
Artık duramazdı Fatma Ana. O gece hiç uyuyamadı. Sabahleyin de köye dönebilmesi için otobüse bindirmesini istedi oğlundan. Son isteğiydi bu ondan. Gitmeye karar verdiğini öğrenince gelini de, torunları da sevinçlerini gizleyememişlerdi. Oğlu da”Gitme” dememişti. Bu onu kahretmişti tümüyle.
Köye döndüğünde henüz yıkılmamış olan evine yerleşti Fatma Ana. Bir yatağı, bir yorganı, bir eski hasırı, bir eski çaput çulu vardı. Birkaç da kap kaçak. Gündüzleri ırmak kıyısına doğru gidip çalı çırpı, kuru dal topluyor, ocakta yakıyor, birkaç parça tarlasını ortaklığına ekip biçen Muhittin’in verdiği unla, bulgurla idare ediyordu. Muhittin aynı zamanda uzaktan akrabasıydı da. Arada uğrayıp hâlini hatırını soruyor, bir isteği varsa yerine getirmeye çalışıyordu.
Kışları kuru dal, tezek yakıp ısınarak, yazları ırmak kıyısında gezinip serinleyerek birkaç yılı geçirdi Fatma Ana. En çok da Taşın Başında oturdu. Gözlerini dikti kasabanın yoluna ve hep gözledi. Beklediği falan yoktu. Ama kendi kendine itiraf etmese de gizliden gizliye birini bekliyordu: İstanbul’daki oğlunu. Gelip ondan özür dilemesini, gelini ve torunlarını “yola getireceğini” söylemesi ve yanına götürmesini umuyordu. Ama fazla değildi umudu.
Artık iyice yaşlandığı için yüreğinde çarpıntılar, başında dönmeler sıklaşmıştı. Yakın bir zamanda, büyük olasılıkla Taşın Başı’nda yığılıp kalacağını, belki de günlerce kimsenin bundan haberinin bile olmayacağını biliyordu. Ama er geç birilerinin, ya Muhitinin, ya Tembel Mehmet’in, ya da onların çocuklarının kendisini bulacağından ve götüreceğinden emindi.
Ve Fatma Ana, Taşın Başı’nda kasabanın yoluna bıkmadan usanmadan bakmayı sürdürüyordu.