Kasabalının gözü on beş gündür yoldaydı. O Dolaşık da bulunup gelmemişti. Gelip de “aha aldığım kamyon” dememişti. Ne vardı bu kadar uzatacak. Peşin para sayılmayacak mı? “Al paranı ver malımı” dedin mi akan sular durulurdu. Sanki kamyonu bir yana bırakacak da İstanbul’un tamamını tapulatacaktı mübarek. Yoksa kumara falan mı dadandı oralarda? Elin oğlu gurbet elde senin gözünün yaşına bakar mı? Paranı almakla kalmaz, sırtındaki ceketi bile sıyırır alırdı. Allah’tan şeytana uymayaydı. Parasına sahap çıkaydı. Şu kamyonu hayırlısıyla alıp geleydi. “Aha aldığım kamyon” diyeydi.
On beş gündür kasabalının dilindeydi Dolaşık. Parasını kadına kıza yedirdiğini bile söyleyenler vardı. Dilin kemiği yoktu ki, söylüyorlardı boyuna. “Akça pakça avradı görmesiyle nutku tutulmuş bunun” diyorlardı. Sonra ekliyorlardı: “Eli ayağı titremiş mi ayrıyeten. Ayrı ne kamyon görmüş gözü, ne para. Varsa da yoksa da o avrat.”
Osman söz attı ortaya:
-Ardına bu avradı takıp da gelirse şaşmam vallaha.
Kahvedekilerden biri araya girdi:
-Bunu da yapar mı sahi?
-Para demişler buna, açmayacağı kapı mı var bunun.
Hüseyin Çavuş dayanamadı:
-Eee, bu kadarı da fazla. Onda kadına kıza para yedirecek göz mü var. Benim bildiğim Dolaşık, bugünlerde altında kamyon çıkar gelir de hepinizi utandırır.
Hallali (Halil Ali) kaptıkaçtıyla kırk yılın başı kasabaya gelirdi de; dünya gözüyle araba görürlerdi. O da bir keşif çıkarsa, Kaymakam Bey kasabayı ziyaret etmek isterse. Hallali kaptıkaçtısını kapıp geldi mi tekmil çocuk başına toplanırdı. Arabayı özlemle seyrederlerdi.
Dolaşık yiğit adamdı. Ancak Yeşilyuva’ya sığamamıştı. Bağlarda bahçelerde dolanırdı. Kızılca Belende çamların altında uzanır kestirmeye çalışırdı. Yaylaya çıktığı günler de olurdu. Ne var ki günler geçip gitmesini bilmez, Dolaşık aradığı mutluluğu bir türlü bulamazdı. Ucundan tuttuğu işlerin hiçbirini sevememişti. O, ayağını altına alıp da oturacak adamlardan değildi. Gezginci olmalıydı. Ordan oraya dolanıp durmalıydı.
Haftada bir panayır gibi kurulan Karahüyük pazarına gide gele, orada, ordan burdan gelen kamyonları göre göre, içinde bir yerlerin ısındığını anladı. Onun da bir kamyonu neden olmasındı. Varırdı İstanbul’a, sayardı parayı, alır, keyfine bakardı. Acıpayam’a, Denizli’ye müşteri taşırdı. Böylece sık sık seher yüzü görürdü. Sabah akşam tarhana çorbasına talim ede ede usanmıştı. Nasıl usanmasındı, her gün bal yiyen bala usanmış hesabı, varırdı Bebir’in lokantasına, hatta amirin memurun gittiği Yıldız lokantasına dahi gidebilirdi. Bu kamyonculuk işinde veresiye yoktu. Para peşindi, yolcu hazırdı. Önemli olan hayırlısıyla direksiyona geçip oturmaktı. “İnsan kısmısı iş yapılacak yere dükkân açmalı” diye düşünüyordu. Kamyonculuktan ötesi de can sağlığıydı. Kararı karardı. Bundan böyle kamyonculuk bir yana öteki işler bir yanaydı. Bu gibi işler sürüncemede de kalmamalıydı. Elin oğlu akıl eder de “el mi yaman bey mi yaman” deyip durup dururken ortaya çıkıverirdi. “İşte aldığım kamyon” deyiverirdi. O zaman üzülsen ne fayda. İyisi mi bir an önce yola çıkılmalıydı. İstanbul’a varılmalıydı. Mal aranmalıydı. Hesaplı olan alınmalıydı.
Çocuklardan biri koşarak geldi, kahvelerin önünde durdu:
-Kamyon geliyor, dedi.
-Hani nerde?
Çocuk şaşırdı:
-Tepeden gördüm. Kuvvatlı bir ışık Kızılhisar’dan beriye döndüydü.
-Senin dediğin Acıpayam makası. Pekii, o ışığın bizim kamyona ait olduğu ne malum. Yeşilova’ya, Gölhisar’a, Çavdır’a giden arabalar olamaz mı? Ve dahi Burdur’a giden?
Çocuk üç adım geriledi.
Kalabalıktan biri öne geçip söze karıştı:
-Gecenin bu saatine hangi araba geçer o yoldan. Işık görüldüğüne göre Dolaşık’tır bu.
Sonra çocuğa döndü,
-Şimdi arkadaşlarını da al Hayrettin Mahallesi’nin tepesine çıkın. Gözetleyin bakalım, ışık Karahüyük’ten beriye dönecek mi yoksa alıp başını Salda Gölü’nden yana geçip gidecek mi, dedi.
Hüseyin Usta söze karıştı:
-Hah, bu akıl iyi akıl. Tepeden tabak gibi görülür oralar. Karanlıkta ışığı takip etmek de kolaylaşır. Haydi çocuklar göreyim sizi.
Beklemeye başladılar.
Kimsenin, “geç oldu evimize gidelim” dediği yoktu. Gözleri hep yoldaydı. Konuşmaları yine kamyon üstüneydi. Hâlâ “paraları şeytana uyup oralarda yedim, kusura kalmayın” diyeceğini söyleyenler vardı. Para dediğin kimi zaman dostsa kimi zaman düşmandı. Kıymeti bilinmedikçe ne mana ifade ederdi para. Azdan aza, “Allah vere de yoldan çıkmayaydı” diyenler aralarında fıs fıs konuşuyorlardı.
Aynı çocuk yine soluk soluğa geldi, kahvelerin önüne durdu:
-Işık Karahüyük’ten beriye, bizim yana döndü, dedi.
Dolaşık’ın askerlik arkadaşı Hüseyin Usta çok sevindi:
-Demedim mi ben size. Kamyonu almadan gelmez demedim mi. Parasını çar çur edecek göz mü var onda. Durduk yerde günahını aldınız adamın.
Kimse karşılık vermedi.
Zaten farların ışığı kasabaya düşmüştü. Kamyon şimdi mezarlığın yokuşunu oflaya poflaya çıkıyordu. Millet bir sevindi ki görmek ister. Sanki bayram kutlaması varmış gibiydi. İşte korna sesini de duyuyorlardı. Keyifleri yerine gelmişti.
Dolaşık kamyonu getirip caddenin sağına çekti. Durdurdu. İndi. Çok yorgun olduğu belliydi. Bir sandalye gösterip hemen “buyur” ettiler. Kahveci Ömer, yorgunluk kahvesini kulpsuz fincanla çoktan yetiştirmişti. Bu saatte bu kalabalığa Dolaşık da şaşırdı. Bekliyordu da böylesini beklemiyordu.
Demek dostu çoktu. Eh, yorgunluğa değerdi. “Akıllılık etmişim de iyi ki almışım” diyordu içinden. Tebrik edenlerin, hoş geldin diyenlerin hâl hatır soranların arkası kesilmiyordu. Bu yakın ilgi Dolaşık’a “yorgunluğa değdi” dedirtti.
Dolaşık iki gün ortalarda görünmedi. İstirahata çekilmişti. Eee, kolay da değildi hani. Gitmişti de taa İstanbul’dan dönüp gelmişti. Hem de şu elden düşme kamyonla. Gücü buna yetmişti fıkaranın. Buna da şükürdü. Kim bilir o bilmediği yollarda ne sıkıntılar çekmişti. Kimden yardım isteyeceksin, kime yol soracaksın, sağın yaban, solun yaban. Hem şimdi insanlar bir çeşit olmuştu. “Adires” soruyordun da “tee şurda, yolu geç sağa dön; ilerde” deyiveriyorlardı. Eskiden böyle miydi ya. Adam işini gücünü bırakır, seni istediğin yere götürüverirdi.
Kamyonun ilk seferi cuma günüydü. Sabahın alaca karanlığında yola çıkılacak Denizli’ye varılacaktı. Böyle bir günde yola çıkılması hayra alametti. Kasabaya uğur getirmeliydi kamyon. Millet cuma gününü iple çekiyordu. O gün, işi olan da olmayan da Denizli’ye gidecekti. Kamyonun şöyle kaykıla kaykıla keyfini çıkaracaklardı. Altında motor, bas gaza git, ne “gözel” bir şeydi bu. Yayan yapıldak gitmeye benzer miydi. Bugüne kadar Denizli yolunda ne sıkıntılar çekmişlerdi. Buldukları takdirde atla eşekle yola çıkarlar, Kızılhisar’ı geçip yokuşu yarılayamadan gün kararmaya başlardı. Onlar da yoldaki Çaylı’nın Hanı’nda konaklardı. Geceyi handa geçirirlerdi. Bu han yolcuların az mı kahrını çekiyordu. Çaylı hoş sohbet adamdı. Akşamdan solgun ışıklı kandilini yakar, kışsa ocağa odunları atar başlardı sohbete. Keyfi yerindeyse patlamış mısır kavurgası dahi ikram edebilirdi. Çaylı’nın ağzından bal akardı. Ne Doksan Üç Harbi kalırdı anlatılmadık ne de Kurtuluş Savaşı’-nın yok yoksul günleri. Hele Çakırcalı Mehmet Efe’ye Yörük Ali Efe’ye; Demirci Mehmet Efe’ye sıra geldi mi sohbet iyice koyulaşırdı. Demirci Mehmet Efe’nin bir adamı öldürüldü diye Denizli’yi basması, seksen kişiyi öldürmesi başlı başına sohbetti. Dodurgalı Ahmet Ali pehlivan ise hiç unutulmazdı. Ahmet Ali pehlivanın kispeti, cazgır önünde salınarak yürüyüşü, peşrevi, rakiplerini gözle kaş, arasında kafa kola alışı, kündeye getirişi, rakiplerinin sırtını çayırlığa yapıştırması öyle canlı anlatılırdı ki, sanırsın pehlivan yağlanmış, odada güreşiyor. Hanın müşterileri de anlatılanları can kulağıyla dinlerdi, içlerinden hiç kimse, “yahu Çaylı Dayı, bu senin kaçıncı anlatışın” demezdi. Sanki yeni duyuyorlarmış gibi anlatılanların havasına kendilerini kaptırırlardı.
Bugüne bugün kamyona bindiler mi ayakları yerden kesilecekti. Şimdi, yayan yapıldak geçtikleri yollardan kamyonla geçeceklerdi. Geçerken Çaylı’ya el sallayıp selam verirlerdi. Kırk yılın dostu Çaylı’dan bir kuru selamı esirgeyecek hâlleri yoktu ya. “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur” denmişti. Dolaşık yarın ters yanından kalkar da kamyonu salıverirse sibek gibi sipsivri ortada kalırlar, yine Çaylı’nın hanına muhtaç olurlardı.
Beklenen cuma gelip kapıya dayandı.
Millet sabahın alaca karanlığında geliyor, kamyonun arkalıksız, üstü açık tahta sıralarına oturuyordu. Açıkta kalmamak için az biraz iteleşme de görülüyordu aralarında. Nemelâzım eli çabuk tutmalıydı. Sona kalan “don”a kalırdı. Ortada kalmanın yakışığı mı olurdu adam gibi adama. Ardından gülerlerdi. “Zamanında yatağından kalkıp da bir kamyona binemedi fıkara” derlerdi. Yakup Hoca sabah ezanı için Orta Cami’ye giderken kalabalığı gördü. Kazadan beladan korunmaları için okuyup üfledi.
Daha Dolaşık’ın ortalarda göründüğü yoktu. İlkin şoför muavini gözlerini ovuşturarak bulundu geldi. Muavin kalabalığı görünce şaşırdı. Kasaba mı boşalıyordu ne. Bunca insan bu kamyona nasıl sığacaktı, akıl edemedi. Tahta sıra dediğin de sayılıydı.
Dolaşık ağzı kulaklarında Belediyenin oradan indi geldi. Selamlaştı. Sonra sıralara baktı,
-Yer açın, kimse kalmasın, deyip kaldırımda bekleyenlere,
-Hadi, atlayın da sıkışın bir yerlere, diye yol gösterdi.
Kamyon tıka basa dolmuştu. Millet üst üsteydi. Nefes almakta zorluk çekiyorlardı.
Muavin motor kolunu alıp önden başladı çevirmeye. O kolu çeviriyordu çevirmesine de motorun sen misin dediği yoktu. Binenler sabırla bekliyordu. Aradan bir yarım saat geçti. Hâlâ motorun horultusu duyulmamıştı. Bu sefer Dolaşık aldı motor kolunu. Çevirdi çevirdi, derken motor horuldamaya başladı. Gayrı motor düzen tutmuştu.
Dolaşık gururla direksiyona geçip besmeleyi çekip bastı gaza.
Kamyondakilerin sevincine diyecek yoktu. Şu Dolaşık iyi ki akıl etmişti de kamyonu hayırlısıyla almıştı. “Bir de günahını aldıktı fıkaranın. Bir de kadın icat ediverdikti. Şu bizim işlerimiz.” diye kendi aralarında konuşuyorlardı. Kamyon olmasaydı yine tabana kuvvet yollara düşeceklerdi. Ayaklarının yerden kesilmesi az şey miydi. İşte Kuyucak, işte Yatağan, işte Avşar, onlarda kağnı bile sayılıydı. Şimdi şehirden farkı mı kalmıştı Yeşilyuva’nın. “Eferim” demek bile azdı Dolaşık için.
Bağlardan geçiyorlardı. Güç yeter miydi bu motora. Pekmez ocakları bile arkada kalmıştı. Karahüyük de görünmüştü. Şimdi Karahüyük’e girmeden sağa sapacaklar, makasın yolunu tutacaklardı. Gayrı Kızılhisar’a kadar yol düzdü. Kolaydı. Giderlerdi. Motor da yaman motordu. Şöyle böyle derken motor ovanın ortasında stop ediverdi. Şaşırdılar. Bu durmak da neyin nesiydi.
-Dolaşık, hayrola? N’oldu?
Dolaşık kaygısız cevap verdi:
-Motoru zorladığımızdan, motor su kaynattı.
Bu açıklamanın ne anlama geldiğini bilemediler.
-Ne yapmak ilâzım geliyor?
-Bunun ilâcı, su. Bol su.
Ovanın düzünde nereden su bulunacaktı. Etraf alabildiğine ovaydı. Çaresiz boş gaz tenekesinin birini muavin, ötekini de gençlerden biri sırtlayıp köylere su için koşturdular. Millet beklemede. Su gelecekti de motor çalışacaktı. Bir saat sonra su dolu tenekelerle bulunup geldiler. Yine önden motor kolu çevrilmeye başlandı. Yine bir yarım saat geçti.
Kamyon ovanın düzünde ilerlemeye başlayınca tekrar keyiflendiler. Türküye yumulanlar da oldu o ara. “Arabaya taş koydum/ Ben bu yola baş koydum/ Seni gelecek diye/ Sağ yanımı boş koydum.”
Makası geçip sağdan Kızılhisar yoluna döndüler. Gidiyorlardı ağır aksak. “Bu kamyon Kızılhisar yolunda da icat çıkarmayaydı.” diyorlardı. Hele Cankurtaran’a bir varsalar ötesi kolaydı. Kamyon ordan iniş aşağı inip gidecekti. İş Kızılhisar yokuşundaydı. Ovanın düzünde su kaynatan motor, yokuşta ne oyunlar oynardı kim bilir.
Kızılhisar’ı arkada bırakıp yokuşu tutunca motorun oflaması poflaması iyice arttı. Kamyon, durup dururken zınk diye yine durmasın mı…
-Dolaşık, şimdi n’oldu peki? Motor su kaynattıysa yandık, buralarda su da yok:
Dolaşık’ın azdan aza canı sıkılmaya başlamıştı. Canı iyice daralmıştı.
-Motor yokuşu alamadı, çekmiyor.
-Çaresi?
-Çaresi itmek. Aşağıya atlayın da yokuşu çıkıncaya kadar kamyonu arkadan itin.
Millet istemeyerek kamyondan yere atladı. Başladılar arkadan itmeye. Ha babam de babam ittiler. Kaç kilometre ittiler anlayamadılar. Ancak sucuk tere de batmışlardı. Düzlüğü bulduklarında bir “ohh” çektiler içlerinden. Soluk soluğa yeniden sıralara sıkış-tepiş oturdular.
Şimdi Cankurtaran’a doğru gidiyorlardı. Zaman olmalıydı da Cankurtaranda mola verilmeliydi. Buranın kebabıyla suyu dillere destandı. Yerdin yerdin de bir su içerdin; eriyip giderdi. Ancak bir an önce Denizli bulunmalıydı. Milletin işi gücü vardı. Alınacak alınmalı, satılacak satılmalıydı. Bunun bir de geriye dönüşü hiç unutulmamalıydı. Derken azdan aza yağmur çiselemeye başladı. Birbirlerine daha da sokuldular. Kendilerini ancak başlarındaki kasket koruyacaktı.
Cankurtarandan geçip iniş aşağı Çukur köyüne doğru yönelmişti kamyon. Yolun iki tarafı ormanlıktı. Ancak ormanı seyretmenin mümkünatı yoktu. Hızlanan yağmur göz açtırmıyordu. Bardaktan boşanırcasına yağıyordu mübarek. Islanınca mırın-kırın edenler çoğaldı. Huysuzlaşanlara yaşlılardan biri çıkıştı:
-Yağmurdan kim ölmüş? Birazdan güneş çıkar, ıslak yeriniz kalmayıverir.
Çukur köyüne girmeden Dolaşık kamyonu yana çekti. Tedirginlik yeniden arttı. Bu kamyon iniş aşağı da gidemezse ne işe yarardı. Bakalım şimdi zoru neydi motorun.
Gençlerden biri söze karıştı:
-Motor stop etmedi ki, dinleyin bakın, çalışıyor.
-Peki bu yağmurun altında duruşumuz neye ki?
-Şimdi anlarız. İşte Dolaşık da indi şoför mahallinden.
Dolaşık yağmurdan korunmak için omzuna yağmurluk almıştı. Döndü, kamyondakilere seslendi:
-Beni iyi dinleyin. Biraz ilerde köyün girişinde Jandarma Karakolu var, dikkatli olmalıyız.
Kamyondakilerden yaşlı bir adam Dolaşık’ın sözünü kesti:
-Karakol varsa var, içimizde kaçak yok ya. Bizler gölgesinden korkan insanlarız.
-Sözümü kesmeyin de dinleyin. İlerde Jandarma Karakolu var. Bu yükle önlerinden geçemeyiz. Hem ceza keserler hem de bizi gerisin geri yollarlar.
-Niyeymiş o? Yollarını falan mı aşındıracak kamyon?
-Çünkü açık kamyonla seyahat etmek yasak.
-Peki, bunun çaresi?
-Bunun çaresi kolay. İneceksiniz, şu ara yoldan çamların arasından jandarmaya görünmeden Çukur Köyünü geçip köyün çıkışındaki taş dibekte duracaksınız. Biz sizi oradan alacağız. Tamam mı?
Tamam değil deseler ne fayda. Çaresiz atlayıp indiler: Yağmurun hâlâ hızı kesilmemişti. Üstlerine bardaktan boşalırcasına iniyordu. Düştüler yola. Her taraf çamur içindeydi. Bata çıka yürüyorlardı. Islanmadık pul kadar yerleri kalmamıştı. Yağmur kulaklarından, boyunlarından, içlerine dahi akıyordu. Taş dibek denen yer en az beş kilometre ötedeydi. Yolun biteceği edeceği yoktu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Kimse, “böyleyken böyle” demiyordu. Yürüyorlardı yağmur altında. Başa gelmiş baş çekecekti. Sonunda uzaktan kamyonu görebildiler. Dolaşık onları bekliyordu. Her biri ırmağa düşmüş gibiydi. Bataktan çıkmış gibiydi. Dolaşık baktı milletin hâli hâl değil. İçi cız etti. Belli etmedi ama çok üzülmüştü.
-Bugünden tezi yok, elime şöyle yüklüce para geçti mi ilk işim kamyonun üstünü tentene ile kapatmak olsun, dedi. Tekrar bindiler.
Kamyon Denizli’ye doğru yol almaya başladı. Hızı da 35-40 kilometre arasındaydı. İniyorlardı aşağıya doğru. Bu yolda viraj da artmıştı. Dolaşık bütün dikkatini yola vermişti. “Bir sakatlık falan çıkarmayaydık.” diyordu içinden. Denizli’ye girip de “Aha geldiniz” deyeydi. Bunun bir de dönüşü vardı amma dönüş kolaydı. İyi-kötü yola alışmıştı. Denizli uzaktan göründü.
Millet bir sevindi bir sevindi, değme keyiflerine. Yağmuru falan da unuttular o an. Zaten yağmurun hızı kesilmişti de tek tük dökülüyordu. Ancak geldiğinde Dolaşık pek sevinemedi. Asıl sıkıntı Denizli girişinde yaşanacaktı. Zabıta memuru Muhacir Şükrü kamyonlara göz açtırmıyordu. Böyle kamyonu salkım saçak bir görse yalnız ceza yazmakla kalmaz, ehliyeti de almaya kalkışırdı. Hiçbir şoför ona güç yetirememişti. Şöyle hediye vermeye kalkışsan tersler, inadına zıt giderdi. Boyuna düşünüyordu Dolaşık, ne yapmalıydı. “İn bin, in bin” adamların canlarına tak etmişti. İki arada bir derede kalmıştı. Muhacir Şükrü bazen pusuya yatar, gözetirdi, çat orda çat burdaydı. Dolaşık, “Allah vere de karşılaşmasak” dedi içinden. Sonra baktı bir çıkar yol yok. “Eee, inceldiği yerden kopsun” deyip, bastı gaza. İstiklal Caddesinden, Dükkânönü’nden geçti, kimseler yok. Delikliçınar’dan geçerken sağına soluna bakmadı. Peki, Belediye’nin önünden nasıl geçecekti. “İnceldiği yerden kopsun” demişti ya, içi azıcık rahattı. Dolaşık şöyle yan gözle Belediye’nin bahçesini taradı. Zabıta memuru Muhacir Şükrü görünürlerde yoktu. “Aman eli çabuk tutmalı, bakarsın bir yerlerden çıkıverir önümüze” deyip bastı gaza. Motor şöyle bir homurdadı, sonra vardı vardı, Garaj’da durdu. İlk yolculuk alnının akıyla tamamlanmıştı. Bir “oh” çekti içinden. Gayrı kuş kadar hafiflemişti. Yelek cebinden gümüş köstekli saatine baktı, tam sekiz saatte gelebilmişlerdi. Yağmur bir yandan, çamur bir yandan, motor bir yandan olmadık icat çıkarmışlardı da yolculuğu zora sokmuşlardı. Hep böyle olacak değildi ya. Ne denmişti, “kervan gide gide yol alır” denmişti.
Yaşlılardan biri, Yeşilyuva’dan Denizli’ye sekiz saatte gelindiğini öğrenince çok şaşırdı. Bu altmış sekiz kilometrelik yolu ancak iki günde tamamlayabilirlerdi.
Baktı baktı da,
-Yahu, şu fen işlerine akıl sır erecek gibi değil. Şükür Allah’ıma bugünleri de gördük. Aha bindik, aha indik, dedi.
Su kaynatan motoru, arkadan ittikleri kamyonu, iliklerine kadar ıslatan yağmuru, yağmur altında yürüdükleri ara yolu çoktan unutmuştu.