Siz hiç sabaha karşı bir ses duydunuz mu? Yollarda ilk ayak seslerinden çok daha önce, bir ses?
Bir ney ahenginde erimiş bir çağrı, sizi içinizden kavrayıp bir yere, uzak, renkli, bilinmez ve esrarlı bir yere çekti mi?
Bilir misiniz Münadi nedir ve göç nasıl olacaktır?
Üzüntülü akşam yemeğinden hemen sonra, yavaşça arka odaya sıvıştım, iki elimi iki yana siper edip alnımı cama dayadım.. Gece, bahçeyi tanınmayacak kadar değiştirmişti. Bin bir cin’i bin bir oyunla dal aralarında gördüm, ince patika, belli belirsiz bir ışıkla yarı aydınlanmış kulübeye kadar uzanıyordu. Kulübe koyu gölgeler arasındaydı, uyuyordu.
Yatağa girmeden evvel bahçeye son bir defa baktım, sonra sıkıca sarındığım yorgan altında yapayalnız, geçmek bilmeyen günü ve Dede’yi düşündüm. Aldatıldığım kanısındaydım; üzgündüm, kırıktım.
Belki o, beni beraberinde götürmemek için Münadi’ye “Sus!” demişti, “Uyanmasın!” Bütün sevgililerin insana kucak açtığı ülkeye gitme acelesiyle “Sonra da gelse olur!” demişti belki.
Sahi size önce Münadi’nin ne olduğunu anlatmalıyım. Ben onu, Dede’nin köşeleri yuvarlanmış konuşmasından, el kol hareketlerinin yardımıyla yaptığı küçük benzetmelerden tanımıştım. O anlatır, bir görünmez kalem zihnime Münadi’yi çizerdi; gür sesli, palabıyıklı, iri ve güçlü bir adamı.
Bir eli şakağına dayalı bu hayal yaratığı; “Göç zamanı gelmiştir;” diye haykırır ve ben bu çağrıyı duyar gibi olurdum. Gözüm, Münadi’nin gerçek kadar canlı çehresinde, kulaklarım karşı durulmaz çağrının ahenginde, konuşmasının sonunu beklerdim.
Daha sonra Göç’ü anlatırdı Dede. Zihnimde bir araba canlanırdı. Denkler, kap-kacak, leğen ve mutlu insanlar yüklü bir araba.
Atın zayıf baldırlarında kaslar zorlanmaktan şekillenirken, anlatılması zor incecik bir hüzün içimi kaplardı.
Dede, her kelimenin tadına baka baka, ağır ağır: “Bir gece.” derdi, “Sabaha karşı Münadi, Göç zamanıdır diye bağıracak.”
Kaç geceler boyunca, o sesi duyabilmek için beklerken uyuyakalmıştım. Çok defa sala ile Münadi’nin çağrısını karıştırmış, heyecanlanmıştım. Kaç kez sabah ezanında bir şey, Dede’nin anlattığı yeri düşündürmüştü bana.
Derin ve dinlendirici bir çocuk uykusu sabahından sonra bir daha Dede’yi görmedim. Göçmüştü. Ne eşyalarını, ne eski hırkasını alabilmişti giderken. Kim bilir belki asıl suç Münadi’nindi. Belki de “Göç zamanıdır” dedikten sonra, “Acele et, acele et!” diye üstelemişti. Tabiî böylece bana haber vermemişti Dede. Bir başka düşünceyse kalbimi sızlatırdı. Belki de diye düşünürdüm, Dede sırtında yepyeni bir hırka, çağırıldığı yerdeki çocuklara hikâyeler anlatmaktadır.
Siz hiç sabaha karşı çağıran bir ses duydunuz mu? Bir ney ahengine bürünmüş bir ses?
Bir adam gördünüz mü, elini şakağına dayamış bir Münadi, “Göç zamanıdır” diye haykıran?
Dede olmalıydı şimdi. Size derdi ki, siz de duyacaksınız bir gün. Sonra gülümser, gözleri uzaklara dalar giderdi.
(*)Bahaeddin Özkişi, Göç Zamanı, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1998, ss: 11-13