Arabacı – Kemal Tahir

Çerkeş’ten çıkınca hayvanları durdurttu. Yere atladı.
Arabanın üstünde döşeme yoktu. Arkada dingili, sulak çivisine kadar geri çekti. Bu suretle araba, ok boyunca uzamıştı. Çatalın altına asılı yağdanlıktan tavuk kanadını alıp tekerlekleri yağladı.
Sağ hayvan, Delikır, huysuzlanıyordu.
Arpa çuvalıyla, saman çuvalını arka çatalın üstüne taşıdı. Dikkatle bağladı. Ön tarafa, hayvanların yem torbalarını, örtülerini kendi yorganını yerleştirdikten sonra, arabaya bindi. Dizginleri topladı. Kamçısını beygirlerin sağrısına hafif hafif dokundurdu:
-Döyyt! Haydi oğlum! Al aslanım!
Güneş batmak üzere idi. Ağaçların uçları kızarmıştı. Dumanlı akşamın içinde şose dümdüz görünüyordu. Kenardaki hendeklerin hizasında aralık aralık kavak ağaçları, tarla çitleri vardı. Tarlaların çok uzağında boz tepeler başlıyordu.
Delikır’ın rahvanı açık olduğundan, sol hayvan Pamukkır, ona yetişmek için tırısa kalkmıştı.
Arabacı, iyi beslenmiş, genç beygirlerine muhabbetle, iftiharla baktı. İkisi de talimli asker gibi, kulak kulağa gidiyorlardı. Okun üstüne dayadığı çizmeli ayaklarını altına alıp yerleşerek bir sigara yaktı. Tekerleklerin dingil kapaklarına vurdukça çıkardıkları çelik çıngırak sesleri, hayvanların boynundaki zillere karışıyor, arabacı alışık olduğu bu lezzetli gürültü ile keyifleniyordu. Sigara dumanı yüzüne vurduğu için gözlerini kısmıştı. Elmacık kemikleri çıkıntılı, bıyıkları düşük olduğundan, suratı daima gülümsüyor gibiydi.
Eşeklere binmiş üç köylüyü arkada bıraktığına memnun oldu.
-Döyyt! Al aslanım, haydi oğlum! diye kamçısının ucu ile beygirleri okşadı.
Şosenin yanındaki küçük su birikintisinde, sazların ortasında, bir leylek, bir ayağını karnına, uzun gagasını göğsüne saklamış, dinleniyordu.
Parmağının ucuyle sigarasını o tarafa fırlattı:
-Ateş buyur, hacıbaba!
Çocukluğundan beri leyleklerin gagasını çubuğa benzetiyordu.
Kalasları oynayan bir köprüyü, tahta gürültüleriyle geçip şosenin dönemecini kıvrılınca, epey ilerde yaya yürüyen iki kadın gördü. Entarilerinin arka eteklerini başörtülerinin uçlarını savurarak, hızlı hızlı gidiyorlardı. İyiden iyiye bastıran karanlığa rağmen, birisinin sırtındaki heybe fark ediliyordu.
Arabacı, arka tekerlerin üzerine yerleştirdiği yem çuvallarını düşündü: “Fıkaraları oturturum. Dua etsin teyzeler.” Genç mi, ihtiyar mı olduklarını uzaktan anlayamadığı için siyah fötr şapkasının, yağmur yiye yiye aşağı düşmüş kenarlarını ihtiyaten sıvazladı. Bıyıklarını yokladı.
Araba yaklaşınca, kadınlar dönüp baktılar.
Dizginleri çekti:
-Teyzeler, Suhizarı’na buradan mı gidilir?
Omzunda heybe olan kadın, erkek gibi kalın sesiyle güldü:
-Bedava deyivermek olmaz oğul. Bizi arabana bindirirsen sana yolu gösteririz, dua ederiz.
-Bindirmesi kolay ama halacığım, baksana sandık yok. Tahta çekeceğiz diye sandığı kaldırdık da arabayı sal yaptık. Arkadaki çuvalların üstüne oturur musunuz?
-Eksik olma, otururuz, ayağımız yerden kesilsin yeter.
-Haydi, atlayın bakalım.
Hiç konuşmayan kadının, karanlıkta yaşını tahmin etmeye çalışmış, yüzünü gözlerine kadar kapatmış olduğundan bir şey anlayamamıştı. Hayvanları kamçıladıktan sonra laf açmak için sordu:
-Suhizarı buradan kaç saat çeker?
-Ayakla beş, altı saat.
-İyi, bizim hayvanlar üç saate alır demek!
-Alır elbet, Allah bağışlasın.
-Amin, teyze!
Hep o sesi kalın karı konuşmuştu.
Biraz sustular.
Suhizarı’na kaçak tahta yüklemeye gidiyordu. Çerkeş’e üç, üç buçuk saat olduğunu söylemişlerdi. Bunun doğru çıkmasına sevindi.
Bu sefer, kalın sesli kadın sordu:
-Suhizarlı mısın sen arabacı?
-Hayır teyze!
-Kiraya mı gidiyorsun?
-Kiraya gidiyorum.
-Taşpınar’dan sonra Köklüler’den sapacaksın. Sapacağın yeri gösteririz.
-Eyvallah… Lakin Suhizarı’na bir saat kala hayvanları sulamalı.
-Yolda su çoktur. Taşpınar’da sularsın.
Öteki kadın ilk defa lafa karıştı. Arabacıyı gizlice güldürecek kadar kekeliyordu:
-Tahta mı yükleyeceksin oğul?
-Tahta yükleyeceğim.
-İyi… Çerkeş’e mi götürülecek tahtalar?
-Daha ileriye. Kurşunlu nahiyesine. Tren yolu döşeniyor oralara…
-Döşeniyormuş, öyle diyorlar, buralara da gelecek, diyorlar.
-Buraların sözü mü olur, Karabük’e, Zonguldak’a gidecek.
Kalın sesli kadın:
-Bizim rahmetlinin kardeşi o tarafta oturur, dedi, bilmem bilir misin? Sarı yağız bir adamdır. Ayağı da biraz topal. Abdurrahman derler.
-Bilemedim teyze!
-Karısının köyü Ilgaz’a yakın. O söyledi: Tren yolu kıtlık getiriyormuş. Gelinler kötü olmuş hep. Rabbim saklasın.
-Bırak şöyle lafı teyze… Tren yolu kıtlık getirir mi? Ağam da benim gibi arabacıdır. Lakin benden ziyade malı var. Dört çift beygir, iki yaylı… Treni o da sevmez. “Ekmeğimizi bir gün elimizden alacak!” der.
-Allah göstermesin, arabacı kısmının ekmeğini kimse alamaz.
-Ben de öyle diyorum. İki senedir hat boyunda kiracılık ederim. Geçiniyoruz. Tren işlerse arabaya iş kalmaz mı? Kamyonlar için de böyle denildiydi. Aldırma, yalan çıktı. Suhizarı’na…
“Kaçak tahta yüklemeye…” diyecekti vazgeçti:
-Suhizarı’na tahta yüklemeye de tren gelecek değil ya…
-Elbet gelmez, ne haddine.
Arabacı beygirlerine arkadaşça baktı. Delikır’ı tayken alıp büyütmüş, sürülmüş tarlalarda koştura koştura, rahvana alıştırmıştı.
Kadınlar, aralarında trene dair konuşuyorlardı. Kalın sesli kadın:
-Arka arkaya odalar bağlamışlar, dedi, amanın, ev gibi imiş. Kocaman… Bizim köyün adamını hep doldursan, Bulgurlu’nun, Değirmenarkası’nın ahalisine de yer kalır, diyorlar. Bir bağırırmış gelirken… Kömüş sürüsü gibi.
Öteki ekledi:
-Ne olacak, gâvur işi… Öyle bağırır elbette…
-Bağırsın bakalım.
Arabacı, sigara yakmak için kibrit çakınca, kalın sesli kadın sordu:
-Evladım, anan baban var mı köyünde?
Arabacı, yaşlı köy kadınlarının yüreğini sızlatacak lafları iyi biliyordu:
-Ne anam var, ne babam… Dünya yüzünde bir başıma kaldım.
-Vah oğul vah! Kimin kimsen de mi yok?
Demin ağabeyinden bahsettiğinin farkına varmamışlardı. Buna, ayrıca memnun oldu.
-Hiç kimsem yok halacığım.
-Ne taraflısın aslında?
“Çankırı’nın Şabanözü nahiyesinden” diyeceği yerde, kamçısıyla uzak bir yeri gösterdi:
-Buraya arası çok… Yozgat tarafındanız!
-Evlenmedin mi hiç?
Arabacı, büsbütün kederlenmiş gibi davrandı:
-Kimsesiz adam nerede evlenir? Evlenemedik işte.
-Yazık olmuş.
-Yazık olmaz mı? Pek yazık oldu valideciğim. Yazık oldu bana…
-Askerliğini yaptın bitirdin mi?
Nüfus kâğıdı küçük yazıldığından askerliğine daha iki sene vardı. Fakat gene yalan söyledi:
-Yaptım. Hayırlısı ile bitti, gitti. Ne dersin asker ocağında çavuş bile olduktu.
-Rabbim devlete, millete bağışlasın.
-Âmin teyze!
Bir müddet konuşmadan gidildi. Bu sırada kekeme karı hazırlanmıştı:
-Araba kendi malın mı? diye sordu.
-Hayvanlar da, araba da kendi malım.
-Neyse, mal sahibi olduğun iyi.
-Aylıkçılığı sevmem. Bak şu Delikır’a. Tayken kendim yetiştirdim. Yanına eş buluncaya kadar yirmi gün dolaştım. Lakin şimdi çiftine iki yüz lira verseler satmam. Meraklıyız işte… Bak, arabayı Amasya’da hususi yaptırdık. İspitleri ekli değildir. Bütündür. Kavza koşumlarını gündüz gözüyle bir görmelisin. Pullarını, boncuklarını, güllerini, çıngıraklarını, paldum süslerini Çankırı’nın en meşhur saracına, başında durup işlettim.
-Maşallah, maşallah! Meraklısın. Belli bir şey.
Gece iyiden iyiye bastırmıştı. Hava sıcak ve rüzgârsızdı.
Arabacı, karı milletinin, iyi hayvandan, iyi arabadan, iyi koşumdan asla anlayamayacağını düşünerek kederli kederli içini çekince, kalın sesli kadın:
-Ne var, çavuş ağa, dedi. Yüreğin dolu, yoksa birine sevdalı mısın?
-Yok canım!
-Hele… hele… Delikanlısın, ayıp değil. Tam gönül çekecek zamanın, kaç yaşındasın?
-324 tevellütlüyüm. Yani 24 yaşımızı bitirdik, 25’ine girdik.
-Gördün mü, evlenecek zaman gelmiş de geçmiş bile… Kısmetin açık değilmiş çavuş ağa.
Arabacı karanlıkta rahatça gülüyordu. Üç aydan beri nişanlıydı. İlkbaharda düğün yapacaklardı.
-Kimsesizliğin gözü kör olsun teyze… Gurbet gezmek belimizi büktü.
-Vah! vah!
Kadınlar, alçak sesle konuşmaya başladılar. Arabacı dikkatle kulak verdiği halde söylediklerini anlamıyordu. Kırbacını şaklatarak hayvanları tırısa kaldırdı:
-Beni hep arabacı bellemeyin sakın… Çiftlik, rençperlik işinden çok anlarım, beygirle bir herk yaparım, şaşarsınız. Ama pulluk olmalı.
İkisi birden bir tuhaf sevinçle sordular:
-Hakikat, bilir misin rençperliği?
Arabacı yan dönüp arkasına baktı:
-“Bilir misin,” ne demek? Sürmeliyim de görmeli.
Kalın sesli kadın ötekinin kekelemesine meydan bırakmadı:
-Rençperlik tavatür güç iş. Adamı ezer. Böyle arabada oturup dolaşmaya benzemez.
-Her zanaatın müşkülü var, teyze! Arabacılık da sırasına göre çetindir. Yolda teker kırıldı. Ne yaparsın bakalım? Bir kere gurbetten baş alınmaz. Evin yok, kimsen yok. Han odalarında ömrün tükenir.
Kadınlar yine yavaş sesle konuştular.
Arabacı, yalnız kekeme karının birkaç kere: “Olur mu kız, bak şuna, olur mu hiç?” dediğini işitti. Ağabeyinin yaylısını sürerken müşterilerin sözlerine kulak vermeye alışmıştı. Bu, eğlenceli bir şeydi. İnsan lafa dalar, yolun uzunluğunu unutur. Arka tekerlekleri sulak çivisine kadar geri çektiğine canı sıkıldı. Gürültü, işitmesine büsbütün engel oluyordu. Saatine baktı.
-Teyze! Ne kadar yolumuz kaldı. Hayvanları bir saat kala sulayacağız.
-Suhizarı’nı mı sordun?
-Evet!
-Kız, burası neresi? Tahta köprü mü?
Kekeme karı tasdik etti:
-Tahta köprü, Suhizarı’na yanaştık.
-Susadan sapacaksın, bildin mi oğlum?
-Sapılacakmış. Saptıktan sonra ne kadar çeker?
-Yarım saat…
Arabacı, yarım saatle, bir saat arasında, hiç fark görmeyenlere eskiden beri kızardı. Uyuşan ayaklarını okun üstüne uzatmak için kımıldadı. Tahtaları yükledikten sonra ormancılar yakalarsa…
Arabayı da, hayvanları da tellala verirler. Bir gün, Şabanözü’nde, ağasının arabasını beygirlerle beraber, yüküyle beraber yakaladılar. Ağasına kalsa beygirleri de kaptıracaktı. Bereket kendisi, kayışları kesip hayvanları sürmüştü. Arabayı tellala çıkardılar. On liradan mezat edildiği halde köylü acıyıp artırmamış, on bir liraya yine ağasında kalmıştı. Âdeta yüksek sesle: “Köylü kısmı mala kıyamaz!” diyerek bir sigara yaktı, kadınlara seslendi:
-İşte böyle teyzeler… Sürünüp gidiyoruz.
Kalın sesli kadın, çekinerek güldü:
-Ah, benim köye yolun uğrarsa… Anladın mı arabacı?
-Sizin köy çok uzak mı?
-Uzak değil, uzak değil… Suhizarı’ndan biraz ötede… İki saat, haydi bilemedin üç saat.
-Pek uzak değilmiş. Allah izin verirse bir gün o tarafa da yolumuz düşer, gelir, size misafir oluruz. Sizin köyün adı ne?
-Ah… Hani ya… Bir gelsen bizim köye… Bizim köye, Arslanlar denir.
-Arslanlar’a gelsem, bana ayran içirir miydin teyze?
-Ayranın lafı mı olur, bir gelsen… Bir şey soracağım dinin gibi doğru söyle çavuş ağa!
-Sor bakalım.
-Evlenmeye niyetli misin?
-Niyetli olunmaz mı? Bir namus ehli karı bulsam hiç bakmam evlenirim.
-İyi ya işte… Bizim köye gelsen, aradığını mutlaka bulurdun.
-Deme… Bulunur mu namus ehli?
Tekrar yarım döndü. Kadınlar, arabanın sarsıntısıyla başlarını kımıldatarak oturuyorlardı. Yüzleri görünmüyordu.
-Bir münasibi bulunursa ben de gelirim teyzeler.. Vallah billah hayvanları dehler, sizin köye çıkarım.
-Orasını gönlün bilir evlâdım. Diyeceğim şu. Sana münasip bir kız var. Güzelliğine güzel… çalışkanlığına sabahtan akşama kadar durmaz çalışır… Namus tarafı dersen bütün köylü ispattır.
-Çalışkan, bir de namuslu ise bana yeterdi. Güzellik gelir geçer, namus durur. Erkek dediğin, baca dumanıdır teyze, sabahleyin çıkar gider, gözü arkada kalmayacak.
-O tarafa meraklanma. Kızımız pek körpedir ama, bir kusuru, dul karıdır. Dula da razı mısın arabacı?
-Elbet razıyım. Her şey Allah’ın emri… Kocası kötülükte görüp çıkarmadı ya.
-Kötülükte olur mu? Tövbe de… Geçinemediler.
Arabacı, güldüğünü belli etmemek için tekrar içini çekti. Bir tahta köprü daha geçtiler. Yolun iki tarafında kurbağalar bağırıyordu. Evvelce vakit geçirmek için konuşan arabacı, işin döne dolaşa körpe bir dul karıya bağlandığını görünce, hayvanları sulamayı bile unutmuştu.
Kalın sesli kadın, yanındakiyle biraz fısıldaştıktan sonra:
-İşin acele mi bu gece çavuş ağa? diye sordu.
-Yok, pek acele sayılmaz; yarın gitsem de olur.
-Öyle ise bir hayır yapalım.
-Ne gibi?
-Bak, sana açık açık deyivereyim çavuş ağa, biz iki kız kardeşiz. Evlenecek kız, kardeşimin kızıdır. İstersen yürü, bizim köye gidelim. Kızı gör, o da seni görsün… Birbirinizden hazzederseniz ne iyi, ne güzel. Kızımızı köyden isteyen çok ya… Sana kısmet ise ne diyelim. Allah’ın emri… Ev, yurt sahibi olursun. Duydun mu?
Arabacı, şaşırdığı için birdenbire cevap veremedi. Kadın tekrar:
-Bir kere gör evladım, dedi. Beğenmezsen, sana yol masrafını veririz.
-Masraf lafını bırak bir yana… Haydi işimizi bırakıp sizin köye gittik diyelim, gece vakti arabayı hayvanları nereye çekeriz?
-Nereye çekeceksin, alacağın kızın hanesine.
-Babası, ağası söz etmez mi?
-Babası, ağası yok… Bunlar bir ana, bir kız… Benim evim ayrıdır.
-Öyle ise olur bu iş… Pekâlâ, gidelim teyzeler…
Arabacı alayla gülümseyerek: “Yiğidin başına yazılan gelir” diye düşündü, hayvanları hızlandırdı. Yola çıkarken kız bakmaya gideceğini bilmiş gibi, yeni elbiselerini giymiş, çizmelerini Çerkeş’te boyatmıştı. Bu taraflara tren hattı döşenmeye başladı başlayalı, yol boylarında gidip geliyordu. Bekârlık canına yetmişti. Yakınlarda bir karı peydahlamak fena olmayacaktı. Köy nikâhı yapmalı, sonra aklı esince bırakıp gitmeli… Yozgatlı öksüz arabacıyı bulmak ne mümkün? Bir ambar ince samanda mintan düğmesini aramak gibi bir şey… İçine bir şarkı tutturmak arzusu geldi. Lakin kaynanasına karşı ağır başlı görünmek lüzumunu düşünerek vazgeçti. Beygirleri sularken çaldığı ıslığı kısacık öttürdü.
Kalın sesli kadın, anlatmaya başlamıştı:
-Evlerinde erkek yok… Baş olursun… Hani gönlün kızımıza ısınırsa.
-Adam ısınmak da nedir? Namuslu ya?..
-Namusuna bütün köy ispat… Rençperlikten anladığın iyi. Derenin alt başında burçak tarlası var. Arpalıkları var. Çalışan oldu muydu, bizim oralarda toprak boldur.
-Çalışmadan yana hiç korkmayın teyzeler. Hele babayiğit bir karı bulursam, iki yıla varmaz bir çift öküzü, iki çifte çıkarırım. Davarımız, ineklerimiz yayılır. Gündüz demem, gece demem uğraşırım evvel Allah! Arabacı olduğumuza bakmayın. İçkiye, kahveye tövbeliyiz. Babam hoca adamdı. Vasiyeti böyle…
-İyi herifmiş, nur içinde yatsın.
-Âmin teyze!
Şosenin solunda, boş toprakların ilerisinde hafif bir ışık görününce arabacı telaşlandı:
-Teyze, Suhizarı’nın ışıkları mı bunlar?
-Yok! Buraya Ilıca derler. Üç haneli bir köydür. Fakir bir köy.
Arabacının içine bir keder çöktü. Fısıl fısıl konuşan kadınlara kulak verdi. Bunlar da fıkara kısmıydı. Hâli vakti yerinde olan, yol boyunda damat arar mı?
Beygirleri hiç lüzumu yokken kırbaçladı. Kendi kendine: “Adam sende, Suhizarı’na varınca caymış olurum. Yalvarırlarsa, kimim kimsem olduğunu, nişanlımın düğün beklediğini söylerim” dedi ve bu kararı verir vermez rahatladı.
Tekerlekler, yine keyifle tıngırdamaya başlamıştı.
Kekeme karının kızını düşündü. Gözünün önüne Kurşunlu’daki Deli Emine geldi. Sakın onun gibi beyazlığına beyaz, etli butlu olmasın… İşe yatkın, babayiğit karı, enine kalın, boyuna iridir. Tam yatak harcı! İyi ya… Böyle karıyı kocası ne demeye boşadı. Herif yoksa öldü gitti mi? Az kalsın boş bulunup bu tarafı soracaktı. Vazgeçti. Esmer, kara kuru rezilin alçağı bir şeyse… “Anasına bak, kızını al!” derler.
Kekeme karıyı, karanlıkta bir türlü fark edemediğine üzüldü. Bu esnada kalın sesli kadın:
-Suhizarı’na işte buradan iniliyor, dedi. Alt baştaki kavakları gördün mü? Oradan sağa bükülürsün, doğru Suhizarı. Dönüşte aklında kalsın… Şaşırma oğlum…
Arabacı, dalgınlıktan kurtulup etrafına baktı. Sapması lazım gelen yol ağzını on adım kadar geçmişlerdi. Gece burada daha tenha, daha karanlıktı. “Oğlum” kelimesinin tamamıyla anlayamadığı kadar büyük tesiri oldu. “Ben caydım, haydi atlayın aşağı!” diyemedi. Hayvanlar, bunca senelik arabacı olmasına rağmen her dikkat edişte, hayrette kaldığı bir metanetle koşuyorlardı. Kamçısının sapıyla ensesini kaşıyarak bağırdı:
-Döyyt! Al aslanım!.. Haydi oğlum.
Arslanlar köyüne gitmek için, geniş bir çayırlığın ortasından geçen bir toprak yola saptılar. Kalın sesli kadın:
-Çavuş ağa, buraların düzlüğüne aldanma sakın, diye güldü. Köyümüze değme arabacı gidemez. Acemilerin kağnıları bile devrilir.
-Acemi olmayan tekerleğini döndürür ya teyze!..
-Döndürür elbet.
-Öyle ise meraklanma, evvel Allah salimen vasıl oluruz.
-Artık orasını benden iyi sen bilirsin, arabacısın, kendini göster.
Yarım saat sonra, arka dingili, sulak çivisinden çıkarıp öne yaklaştırmak iktiza etti.
Yol, iri iri taşlarla, tümseklerle, çukurlarla doluydu. Araba çatırdayarak sarsılıyor, çukurlara gömülen tekerlekler insan gibi inliyordu. Gitgide araba geçidi değil, çoban yolu bile kalmadı. Dik bir inişi kazasız savuşturmak için arka tekerleği zincirle bağlamak icap etti.
Arabacı, yere atlayıp hayvanların başını eliyle tuttu. Kamçısını, beygirin boynuna yavaş yavaş vurarak arabayı devirmeden, tekerlekleri kırmadan dereye indi.
Artık yüksek sesle, yola da, arabaya da, hayvanlara da küfrediyordu. Kendine güvenip “mutlaka aşarız” demeseydi, karıları meydanda bırakıp çoktan dönecekti. Terlediği için ceketini çıkarmıştı. Lakin biraz sonra çalıya takılıp kaybolmasından çekinerek giydi. Bu sırada eli belindeki tabancasına çarptı.
Karıların kendisini bir dolaba düşürmeleri ihtimali aklına geldi. “Olur mu olur, kılığına kıyafetine aldanırlar… Para umarlar. Köylüde az oyun mu var?” Şimdiye kadar dinlediği soygunculuk hikâyelerini peşi peşine hatırlıyordu. “Soysalar bir şey değil… Leşini bir amansız dereye atıverirler. Beygirleri de Çingenelere sat… Halis Amasya arabasına müşteri çıkarsa ne âlâ… Çıkmazsa odun niyetine daya ocağa… İbrik ibrik gusül suyu ısıtsın!”
Sağ beygir çok yorulduğundan kurnazlık ediyor, arabayı Pamukkır’a çektirmek için oka yaslanıyordu. “Hele imansıza bak hele!” diye bağırarak Demirkırı’nı insafsız insafsız kamçıladı.
Yine bir dereye indiler, bir yokuş çıktılar. Uzak bir tepenin ağaçları üzerinden, kıpkırmızı testekerlek ay doğdu.
Ağır ağır soluklarından, hayvanların fena ezildikleri anlaşılıyordu.
Arabacı, bir taşın üstüne oturarak, sigara yaktı. Kadınlar da, şoseden buraya kadar yolu yaya gelmiş sayılırlardı. Çömeldikleri yerde sesleri çıkmıyordu.
İyiden iyiye kızdığı halde, kendisini zorla tutmasa, kocakarının “kızı beğenmezsen yol masrafını veririz!” demesine yüksek sesle gülecekti. “Hay Allah’tan bul kaba sesli karı… Bu cehennemin dibine aklı başında arabacı gelir mi ki masrafı olsun…”
Saatine baktığını fark etmiş olacak ki, kekeme karı sordu:
-Saat kaç çavuş ağa?
-İki!
-Alaturka mı, alafranga mı?
-Alafranga…
-Bizim saatle ne tutar?
-Yedi, sekiz tutar.
-Artık meraklanma çavuş! Artık yanaştık. Birazdan yol düzelir. Dereden ötesi Arslanlar’a bir sigara içimidir.
Arabacı bizim Türk’ümüzün “Bir sigara içimi”, “Şu tepenin arkasında, bağırsan duyulur” ölçülerinin, bazen bir saat, bazen iki saat, bazen de iki saatten ziyade sürdüğünü biliyordu.
Dereye inince hayvanları suladı. Yolun bundan sonrası hakikaten fena değildi. Kırk beş dakika sonra Arslanlar köyünü tuttular.

*
Kekeme karının hanesi, köyün başında, büyücek bir avlunun içinde idi. Çerkeş taraflarındaki bütün köy evleri gibi alt katı taştan, üst katı tahtadan yapılmıştı.
Arabacı, beygirleri çözerken kekeme karı evden bir çıra yakarak geldi:
-Haydi oğlum, hayvanları dama çekelim.
Arabacı, ağdalı ağdalı geviş getiren bir çift öküzü yemliğin dibine sürerek yer açtı. Saman çuvalı ile arpa çuvalını içeri taşıdı.
Kekeme kadın sordu:
-Çuvalları neden getirdin evlâdım?
-Hayvanlara yem vereceğiz valide.
-Hiç olur mu imiş? İşte yem hazır.
Kadın, büyük bir sepet samanla, yarım çuval kadar arpayı gösterdi. Arabacı akşamdan beri bir türlü seçemediği yüzünü çıra ışığında görmeye çalışarak güldü:
-Yem vardı… Gece vakti zahmete girdin.
-Zahmeti mi olurmuş!
Hayvanlar ter içindeydi. Hamutlarını ve meşin bellemelerini çıkarmadan çullarını örttü. Arpanın taşını kalburdan geçirdi. Samanın tozunu çalkadı. Birbirine karıştırıp torbalara doldurarak başlarına taktı.
Kekeme kadın, çırayı omzu hizasında tutmuş “Maşallah, maşallah! Yiğit atların var, çavuş” diyordu.
Arabacı, Pamukkır’ın boynunu küçük bir şamarla okşayıp dışarı çıktı. Ev altında dört tarafa bakındı:
-Biraz su bulalım valide… Elimizi yüzümüzü yıkarız.
-Hele yukarı buyur evladım.
-Zahmet ettik gece vakti.
Merdiven ayağında durakladı. Çizmeleriyle çıkmak istemiyordu. Kekeme karı:
-Yürü, yürü… dedi. Yürüyeceksin… Olmaz!
Yukarıda merdivenin karşısında üst üste zahire ambarları duruyor, sol taraftaki aralık kapıdan tereyağı kokusu geliyordu. Sağda başka bir kapıdan sofaya ışık vurmuştu. Bunun önüne gelince kadın seslendi:
-Cemile kız!.. Misafire baksana… Koş!..
Arabacı başını önüne eğdi…
Anası:
-Haydisene… Çizmeleri çek… Bak hele, diyordu.
Duvara doğru bir adım geriledi:
-Dünyada olmaz, ben çıkarırım valide… Olmaz.
-Neden olmazmış… Haydi gel kız.
Kız çömeldi. Fesinin üstüne örttüğü çenber bembeyazdı. Şalvarının kırmızı çiçekleri bu beyazlığın yanında daha kızıl görünüyordu. Arabacı ayağını uzattı.

*
Odaya girip sedire uzandığı vakit, aç olmasına ve dışarıdan gelen kızgın tereyağ kokusuna rağmen, evvela yatıp uyumak ihtiyacı duymuştu. Çizmeleri çıkardıktan sonra, serbestleyen ayaklarını uzatıp arkasına yaslanacağı sırada, leğen ibrikle Cemile’nin içeri girdiğini görerek doğruldu. Ceketini süratle çıkararak kollarını sıvadı.
Leğenle ibrik, bir saat evvel kalaylanmışlar gibi parıl parıl, el havlusu, demin yıkanmış gibi temizdi.
Arabacı, bakışlarını ibriğin parlak sapında duran küçük elden ayırmaksızın:
-Zahmet oldu gece vakti! diye mırıldandı.
Yalnız kalınca gülümseyerek odaya göz gezdirdi. Yerler, sedirler kilimle döşeliydi. Lakin bunlar eski ve yamalı şeylerdi.
Arabacı: “Üç kişi fıkara karının ocağını söndüreceğiz, gördün mü işi sen?” diye düşündü. Atları da adamdan saydığı için kendi kendine gülümsedi. Duvarda asılı beş numara lambanın, yeşil camdan haznesinde ancak bir parmak gaz kalmıştı.
Dışarıda fısıltılar işiterek kulak kabarttı. İçine yoldaki soyulup öldürülme vesvesesi düştü. Fısıldaşanlar arasında erkek sesi olup olmadığını anlamak üzere, az kalsın yavaş yavaş kapıya kadar gidecekti. Kendi kendine: “Kekeme karı giriverirse ama ayıp olur ha!” dedi.
Soğuk su, uykusunu dağıtmıştı. Tabancasını yoklayarak, pencereden dışarıya baktı. Avlunun bir köşesinde kağnı duruyor, kapının sol kanadına yakın yerde, hat boyu makasçılarının kulübelerine benzeyen abdesthane bulunuyordu. Arabası orta yerde kalmıştı. Avlunun taş duvarının ötesi hep ağaçlıktı. Ay ışığının altında her şey sakin ve zararsız görünüyordu.
Kekeme karı, Kastamonu işi karakalem sofra örtüsünü sedirin üstüne serince, eve girdi gireli tekrar etmekten usanmaya başladığı bir sesle:
-Zahmet oluyor teyze! dedi.
Kadın, cevap bile vermedi. Tekrar evlenmeyen ve erkek evladı olmayan bütün dul kadınlar gibi, evine girer girmez değişmiş, yoldaki sıkılganlığını bırakmıştı.
Arabacı, yolda hiç durmadan konuşup, başına olmadık işler açan kalın sesli kadının ortadan kaybolmasını yadırgıyor, ona alıştığını, o gelse serbestleşeceğini umuyordu.
Önünde, tahta bir sofra üzerinde, kalayı bozulmamış bakır sahanlar içinde, peynirli yumurta ve bir çinko tas ile pestil hoşafı koydular.
Kalın sesli kadınla kekeme karı içeri girip karşıdaki sedire oturunca:
-Siz yemeyecek misiniz? diye sordu.
-Biz yedik, keyfine bak! dediler.
“Bir evin bir erkeği olmak iyi şey” diye düşündü.
Kız, kapının yanında ayakta duruyordu. Sofrayı önüne koyarken yüzünü şöyle bir görmüştü. Dudakları kalın kalın, etli, etliydi.
Yemek yerken, o kadar istediği hâlde kafasını kaldırıp bakamadı. Bunca yıl gurbet gezmiş, hovardalık etmişti. Cesaretsizliğini ayıpladı. Gözlerini mutlaka görmek için su istedi. Fakat, maşrapayı alırken de, bol şalvarın altında, çiçekli yün çoraplar giymiş bir çift küçük ayaktan ve kuşağın üstünde, terbiyeli terbiyeli duran orta parmağı gümüş yüzüklü bir elden başka bir şey fark edemedi.
Ancak, üç peşli entarinin arka eteği savrulup kızın döndüğünü anlayınca başını kaldırdı, arkadan görünüşü fena değildi. Saçları iyice siyahmış… Saçları iyice siyah olan karının kendisi mutlaka ayna gibi beyaz olur.
Yemekten sonra kahve içerken kalın sesli kadın birdenbire sordu:
-Nasıl evladım, kızımızı beğendin mi?
Kız süratle dışarı çıktı.
Arabacı, böyle bir sual karşısında kalacağını hiç beklemiyormuş gibi kıpkırmızı olmuştu. Önüne bakıyor, elindeki kahve fincanı titriyordu. Bir türlü cevap veremedi.
Kadın bir daha sordu:
-Gönlün çekmediyse darılmak olmaz. İslam dini aşikâre. Açıktan açığa söyle…
Arabacı, kahve fincanını yavaşça yere bıraktı.
-Olur teyze!
-Demek beğendin?
-Beğendim, Allah bağışlasın!
Bu kısa cevabın kâfi olmadığını, pek manasız kaçtığını sezdi.
-O da beni beğendiyse, ben de onu beğendim.
-Neden beğenmeyecekmiş? Aslan gibi koç adamsın. Namuslu herif olsun, tembel olmasın elverir.
Kalın sesli kadın ciddiyetle konuştu:
-Bir şartımız var evladım. Kız kardeşim tarafı erkeksiz. Kızı gurbet ellere götürmek olmaz. Bak, senin de dünyada kimin kimsen yokmuş. Bu da senin bir anan. Tarlalar ortakçı elinde kaldı. Kendi malın gibi çalışırsın.
-Elbette, tabi…
Arabacı böyle söyleyerek yerinden kalktı:
-Hayvanları tımar edeyim. Vakit geç oldu. Siz de rahatınıza bakın.
Kekeme karının yaktığı idare kandilini alarak ahıra indi.
Hayvanların teri kurumuştu. Çulları ve koşumları alınca, yelelerini titreterek gübreye yatıp iki tarafa yuvarlandılar.
Arabacı uyuklayarak ikisini de baştan savma kaşağıladı. Kaşağıdan sonra süpürge ile tüylerini sıvazladı. Torbalarını tekrar doldurarak başlarına astı.
Odaya çıktığı zaman, yatağı serilmişti. Süratle soyundu, para çantasıyla tabancayı yastığının altına koyup lambayı üfleyerek yattı. Yorganı başına çekerken, oda kapısının aralık kaldığını fark etti. Dışarıda pıtır pıtır birisi geziyordu. Kapıyı kapattırmak için sesleneceği sırada “Belki kızı yanıma gönderirler” diye düşünerek vazgeçti.
Yorgunluğuna rağmen uykusu yine dağılmıştı. “Böyle bir niyetleri yoksa lambanın söndüğünü görüp mutlaka kapıyı çekerler.” diyordu.
“Kız bunca zaman dul oturmuş. Kocakarıları uyutur da, bir bahane ile içeri girer belki…”
Bir müddet boş duvarları seyretti. “Şuradaki dolapların birisi yüklük, birisi hamamlık…” Pencereden içeriye ay ışığı ve sessizlik vuruyordu. Kendi kendine öfkelendi. Kızın yüzünü, gözünü, kolunu bir türlü gözünün önüne getiremiyordu.
Küçük ayaklar, bir el… Siyah saç örgüleri… Akşamdan beri hiç konuşmadığını hatırladı. Sesi acaba nasıldı köpoğlunun?
Eve, yapıldı yapılalı yavaş yavaş sinmiş olan kuru zahire kokusunu derin derin kokladı.
Yorganın altında sıcak büsbütün ziyadeleşmişti.
Bir müddet sonra uyudu.

*
Vücudunun yorgunluğuna başının kazan gibi olmasına aldırmayarak, ortalık aydınlanırken kalktı. Gürültü etmemeye çalışarak ahıra indi.
Hayvanları tımar ettikten sonra, eline geçirdiği bir kova ile suladı.
Torbalarını doldurdu. Akşam çıra ışığında sıska gibi görünen öküzler oldukça semiz ve kuvvetliydiler. Lakin ahır pek haraptı, yemlikler pek perişandı.
Yukarı çıkıncaya kadar odaya sıcak süt hazırlamışlardı.
Ekmeğe el sürmeden kâseyi başına dikti. Tekrar yatağa girerken cüzdanının koyduğu yerde durup durmadığına baktı.
“Erkekleri yok fıkaraların… Ahır bakımsız kalmış” diye güldü.
Kalın sesli kadın evine gittiği için, öğle yemeğini yerken, kekeme karı, karşısındaki sedirde yalnız oturuyordu.
Kız, yine kapı dibinde durmuştu. Gözleri de siyahtı. Boyu, kapı çerçevesine yakındı. Bileğinde bir gümüş bilezik görünüyordu. Yüzü güneşten yanmıştı. Durduğu yerde terlediği için yanakları parlıyor, arada sırada belli etmeden kendisine bakıyordu.
Arabacı, yemekten sonra odada uzun müddet yalnız kaldı.
Yorganı almışlar, fakat “belki uzanır” diye yatağı toplamamışlardı.
Saatinin gümüş kösteğiyle oynayarak ne yapacağını düşündü. Pencereden dışarısını seyrettikçe içine bir gariplik çöküyordu. Harman yeni kalkmış, köyü sapsarı bir boşluk kaplamıştı. Camın ötesinde, her şey, hiç kımıldamadan, rengi uçmuş bir gazete resmi gibi insanın canını sıkacak derecede bulanık ve kederli duruyordu. Asla gözüne alamadığı hâlde, bütün ömrünü buralarda geçirmeye artık mecburmuş gibi ürktü. Kışın soba karşısında oturmak, oduna gitmek, köy odasında boşboğazlık etmek, yaz üstünden başlayıp bu zamana kadar, durmadan, dinlenmeden, ölesiye uğraşmak, mahpusluktan da, hasta yatmaktan da zor bir şeydi.
Avlunun ortasındaki genç erik ağaçlarından birkaç sararmış yaprak düştü. Ayaklarını uzatıp esneyen köpek, topraktan bir parça zannedilecek kadar kirliydi. Beygirlerden birisi, muhakkak Delikız, keyifli keyifli kişnedi.
Arabacı, derhal ayağa kalktı. Aşağı inmek için merdivene doğru yürürken, karşı odada kap kacak sesleri duydu. Belli belirsiz tereddüt etti.
Oda, son derece loş olduğundan, dolabın önünde bir şeylerle uğraşanın mı, yoksa kenardaki sandıktan tekneye un çıkaranın mı kekeme karı olduğunu seçemeden eşikte durup konuştu.
-Baksana valide… Benim Kurşunlu’da eşyalarım var. Onları gidip getirmeli.
Kekeme karı, dolabın kapağını kapatıp döndü:
-Eşyaların mı var?
-Var ya… Konsol dolabı… Yatak karyolası… Öteberi…
-Gider, getirirsin.
-Ben de öyle söyleyecektim valide.
-Dur, Lakin… Sıcağın gözünde yola çıkılmaz. Akşamı bekleyelim. Hayvanlar da dinlenir… Ne dersin?
-Pekâlâ!
İşin müşkül tarafını bu kadar kolay atlattığına sevinerek ahıra indi. Beygirler iyice dinlenmişlerdi. Delikız, başını dikmiş tırnak vuruyordu. Arabacı, harap yemliklere bakarken köşede eski, bir sepetin içinde bir keserle eğri büğrü, paslanmış çiviler gördü. Ceketini çıkarıp direklerden birisine asarak yemlikleri tamire başladı.
Çankırı toprağına ait bir şarkı tutturmuştu.

Ben güzelim diye yüksekten uçma,
İndirirler seni el yaman olur.
Siyah zülüflerin gerdana saçma,
Eser sabah yeli, yel yaman olur.

Sesi dolgun ve rahattı.

*
Keseri parmağına vurdu. Parmağını küfrederek ağzına götürdü.

(*)Kemal Tahir, Göl İnsanları, Adam Yayınevi, Ankara 1992, ss. 172-198

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir